12 Kasım 2007 Pazartesi

Aylar sonra

Oldukça uzun bir ara verdim aslında yazacak çok şey olmasına rağmen. Sitenin ismini değiştirmek istediğim için, öncelikle o değişikliği yaparak başlamak istedim aslında ama tam olarak içime sinen bir isim bulamadığım için şimdilik değiştiremiyorum.

Yazmayalı uzun zaman olunca, biriken de çok oldu tabii. Aradaki bu zamanda da gezdik, yedik-içtik... Adapazarı'nın ıslama köftesinden Antalya'nın piyazına, Safranbolu lokumundan Amasra salatasına kadar...hepsi güzeldi, hepsi değişik ama şimdi tek tek bunları anlatmacağım. Konu: Mutluluk. Altın Portakal Fil Festivali'nde en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu rollerinde ödül kazandıran film. Biz de akşam izledik, gerçekten güzel bir film oyunculuk da gayet iyiydi. Fakat bana İrfan'ın bazı replikleri abartı geldi, Meryem şivede arada şaşırdı, daha iyi olablirdi ama genel anlamda film vermek istediği duyguyu başarıyla veriyor. İzlenesi bir film...

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Bir aylık evliler...

Zaman ne kadar da çabuk geçiyor, evleneli bir ay olmuş ama bana hala yeni soyadımı söylemek garip geliyor ve her söyleyişim de gülüyorum elimde olmadan.

Dün kocacım bana sürpriz yapmış ki kendisi aslında sürprizler konusunda çok başarılı değildir ama bu defa gayet iyi şekilde idare etti ve akşam bana sürprizi olduğunu söylemesine rağmen ne olduğunu söylemedi. Akşam eve elinde çok güzel bir demet çiçekle geldi. (Çiçekler konusunda çok zevklidir) Ve ardından yemeğe çıktık, hem de benim çok sevdiğim bir yere: Çiya!

Bu mekana her gidişimizde ‘şimdi ne denesek’ derdine düşüyoruz ama hiçbir zaman da pişman olmuyoruz. Etleri çok lezzetli, sanırım buna özen gösteriyorlar. Çiya’yı bilenler bilir bir sokakta tam 3 tane Çiya lokantası var fakat neden bilmiyorum hepsinin değişik bir havası var. Mesela bundan önce gittiğimiz yerde yanlış hatırlamıyorsam ‘günün menüsü’ gibi bir şey vardı ve orada seçilmiş yemekler daha uygundu ve ayrıca açık büfe şeklinde alıp gramına göre ödeme yapacağın bir zeytinyağlı bölümü vardı ki süperdi. Akşam gittiğimiz yerde ise çok daha küçük ve çok fazla çeşidin olmadığı bir sunuş vardı. ‘Sanki Çiya’lar kendi aralarında fiyat ve servis gibi özelliklerine göre lükslük sıralaması içerisindeler’ diye düşündüm fakat menü ve fiyatlar aynı yemekler için aynı. O zaman dedim bunların hepsi aynı standartta, ee peki o zaman neden bir yerdeki zeytinyağlılar diğer yerde de yok. Tek neden belli bir standardı yakalayamamış olmaları olabilir. Ayrıca her zamanki gibi Çiya’ya yakışmayan bir servis gördük akşam da. Yani Çiya aynı Çiya, çok lezzetli yemekler ve gayet kötü bir servis. Bu kadar isim yapmış bir mekan neden servis ve mekanı iyileştirmek için uğraşmaz anlamıyorum.
Ben önceden beri merak ettiğim Çiya kebabı denedim ve gelince ‘aaa bu muymuş’ desem de tadına bayıldım. Eşim de Babahannuş söyledi, bence o da çok güzeldi ki benim için içinde patlıcan olması yetti. Eşim etini ne kadar lezzetli bulsa da benim Çiya kebabımı yemeyi tercih etti.

Eee tabi Kadıköy’e gidip de Ali Usta’dan bir dondurma yemeden dönmedik ve çok meşhur olduğunu duyduğum Santa Maria’yı denedim. Bana çok özel bir tat gibi gelmedi, adama içinde ne olduğunu sordum e tabi o da gizli formülü söylemeye çekindi.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Gecikmiş bir gezi yazısı...

Bir süredir fotoları kaydedemediğim için bu yazıyı erteliyordum, bugüne nasipmiş:)) Efendimmm biliyorsunuz biz yeni evlendik, eh evlenince az da olsa bir balayı yaptık. İkimizin de izni olmadığı için 3 günlüğüne yakın bir yere gidelim dedik ve araştırmalar sonucunda da buraya yani Bozcaada'ya karar verdik. Az olmasına rağmen çok güzel vakit geçirdik ama 'zeten 4 günden sonrası sıkar' diyerek teselli olduk. Ada çok şirin ve sakin (ama sanırım bloglarda son zamanlarda adayla ilgili dolaşan yazılar sonucu bu sakinlik kalmayacak:)) Kalmak için Rengigül Konukevini seçtik ama asıl evde yer olmadığı için başka bir evinde kaldık aynı bayanın. Orayı seçmiş olmamızın nedeni de meşhur kahvaltısıydı ki sözedilen kadar da varmış. Deniz tabiiki çok soğuk ve biraz da dalgalıydı ama çok temizdi. Soğuk olduğu için ben pek giremedim ama eşim hiç çıkmadı. Onun dışında bol bol balık yedik, yemek için can attığım kabak çiçeği dolmasını sonunda tadabildim. Güzel şeyler çabuk biter ya bu da öyle oldu...

14 Ağustos 2007 Salı

Karar

Bloglarda insanların nasıl da hedefleri peşinden gittikleri, kariyeri bırakıp mutlu olmayı seçtikleri gibi örnekleri sıkça görüyorum. Sonra dönüp kendime bakıyorum, risk alamayan kendime...birşeylere kavuşmak için diğerlerinden vazgeçmeyi bilmeyen kendime...ya kendime güvenip yok ya da risk alamayan biriyim ki bence ikisi de. Ama neden? Ben de istediğim işi yapabilmeyi, 'sevdiğim işi yapıyorum ve de üstüne para kazanıyorum' diyebilmeyi istiyorum. Ben de iki yoldan mutlu olacağımı seçmek istiyorum tıpkı Chido gibi, ibeking gibi kariyeri bırakıp sevdiklerime vakit ayırmak istiyorum falan filan...istemek iyi de hareket?

7 Ağustos 2007 Salı

Evlendik...


Evet efendim o kadar koşturmaca, hazırlık vs. derken beklenen gün geldi ve geçti bile. Doyana kadar gelinlik giydim, bir haftada kaç km. yol yaptık hesabını bile bilmiyorum, dünyanın heralde en kısa balayını yaptık amaaaaa sonunda evlendik:)) Anlatacak, yazacak ve paylaşacak o kadar çok lezzetler var ki... ama şuan fotoları hazır olmadığı için bir selam verip kaçıyorum.

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Devamlılık

Ne yazık benim blog aleminde sağlayamadığım birşey oldu bu. Belki yoğunluktan belki ihmalkarlıktan, bilemiyorum... ama artık yazayım da aynı şeyler durmasın, ben bile görmekten sıkıldım diye düşünmeye başladığım için bir iki şey karalamakta fayda var.

Aslında buraya yazacak şeyler de oldu zaman içerisinde ama derler ya 'bi türlü elim ermedi' aynen öyle oldu işte. Malum düğün hazırlıkları da son hız devam ettiği için devamlı bir koşturmaca, devamlı bir yoğunluk var. Ve hala yetiştiremediklerimiz de cabası... bi de bende artık tatil istiyorum yaaa:((

7 Haziran 2007 Perşembe

Günlük bişeyler

'Eh hep de lezzet yazamıyorum tabii, ee yazamayınca nolcak?' diye düşünürken bloggerların çok kullandığı 'blog benim blogum istediğimi yazarım' sözü pek yakın göründü ve ardından şunları düşündüm;
  • Aslında Cheese Cake Factory'i yazabilirdim. Ah o ne güzel bir yer öyle Allah'ım. Tam bir cheese cake cenneti ama yemekleri de süper, dekorasyon da süper. Tabii bu Boston'dakiler için daha çok geçerli ama sanırım San Fransisco'dakine de gitmiştim. Böleee bayılası bi yer işte... hep nasıl olurda hala Türkiye'de bir franchise işine dönüşmedi bu diye merak edip içimden 'belki ben yaparım bu işi:))' şeklinde planlar da kurmadım değil. Tüh planlarımı da açığa vurmuş oldum ama zaten ben o parayı biriktirinceye kadar burda da Cheese Cake Factory açılmış olur.
  • Sonra aklıma sabah işe gelirken otobüste ön taraflarda oturan kızımızın nasıl olup da kol saatini ayna gibi kullanıp gözüne kalem çektiği geldi. Ve dedim ki... işte Türk kızlarının makyajda katedebilecği son safha!!! Tebrik ediyorum:))
  • Bi de şu hazırlıklar işi var tabii. Hiç mi hiç aklımdan çıkmayan. Yok gelinlikdi, yok davetiyeydi vs. vs. Bloglarda da dolaşırken aynı telaşlar içinde olanları daha bi yakın hissediyorum nedense:))
  • 'Bu sabah yağmur var İstanbul'da...' desem çok sıradan olacak biliyorum, o yüzden demiyorum ben de. Ama yağmur var!
  • Yarın annem gelecek:))
  • Sırada bekleyen bir konser, bir de tiyatro var. Haftaya sosyalleşme zamanı yani:))

4 Haziran 2007 Pazartesi

Doğu bölgelerimizde gittikçe artan hava sıcaklığı...

Geçtiğimiz haftasonuna gayet kötü, hatta berbat bir şekilde giriş yaparak zaten az olan iki günlük tatil imkanını mahvettik. Ne var ki çok can sıkıcı başlamasına rağmen bir yerden sonra biraz belimizi doğrultabildik. Bu mecazi anlamda bir doğrultma olmakla kaldı ne yazık ki. Çünkü gerçek anlamda ağrıyan belim hala ağrıyor:((

Ama ruhların dingin ve mutlu olması daha önemli diyelim:)

Biraz moral olur düşüncesiyle Cumartesi sabahı bir arkadaşımla ve bir son an kararıyla Şişli Polo’ya kahvaltıya gittik. Ohh iyiki de gitmişiz. Bana hep bir pastane (ya da sadece pastane diyeyim) imajı veren bu yerin meğer ne hoş yanları da varmış. Bizi deli gibi doyuran açık büfe kahvaltısı ve bahçesi çok iyi geldi. Girerken geç kaldığımızı düşünmemize rağmen, çıkışta açık büfeyi yenilediklerini görünce aslında hiç de geç kalmadığımızı ve hatta bazı lezzetleri tatma imkanını kaybettiğimizi, çünkü bizden sonra mesela o çok sevdiğim elmalı kruvasanlardan çıkarmışlardı, anladık. Ama neyse ki yediklerimizle o kadar doymuştuk ve o sıcağa rağmen Mecidiyeköy’e kadar yürüyerek yediklerimizi biraz da olsa erittik. Ayrıca birçok yerde gördüğüm 30ytl’lik açık büfeleri düşününce 12ytl’ye karnımızı iyi doyurduğumuzu anladık. Tabii öyle şehrin göbeğinde bir yerde bahçe bulmak ise paha biçilmezdi:)

Neyse efendim o günün geri kalan kısmı da kötü hatta daha da kötüleşerek geçti. Fakat bir hafta öncesinden arkadaşlarla Fenerbahçe Parkı’nda kahvaltı için sözleştiğimizden, her ne kadar mutlu mesut bir görünüm sergileyemesek de, Pazar günü soluğu ilk defa gittiğim Fenerbahçe Parkı’nda aldık. İyi ki de gitmişiz! Hava çok güzeldi ve doğal olarak da park kalabalıktı ama biz yine de oturacak bir yer bulup kargaların saldırısından korkarak kahvaltımızı ettik hem de denize nazır. Neredeyse birgün boyunca yataktan çıkmayan ben kendimi dışarı atmanın coşkusuyla hızımı alamayarak aynı gruba iki kişinin daha eklenmesiyle öğleden sonra Şile taraflarına pikniğe gittik. Allah’ım o ne piknik aşkı! Bir günde iki piknik:) Pikniksiz geçen günlerimizin acısını çıkardık resmen. O ne güzel hava, o ne yeşil dağlar öyle…tabii güzel havayı görüp de şehirden uzaklaşıp pikniğe gitme kararı alan sadece biz olmadığımız ve hatta İstanbul’un geri kalan kısmı da bir tesadüf eseri aynı kararı aldığı için Allah’ın dağında ovasında zar zor bir yer bulabildik ama iyi de bir yer bulmuşuz hani. Şimdi siz fotoğraflara bakıp ‘ah yazık mangalı yakamamışlar’ demeyin, ikinci deneme de gayet iyi yaktık ve misler gibi de yedik. Mangalda sarımsağın ne kadar güzel olduğunu bir kez daha hatırladık, fotoğraflar çektik, bir sonraki aktivite için randevulaştık ve şehrin kalabalığına, stresine çıplak ayakla dolaşmak suretiyle boşalttığımız elektriğimizi geri kazanmak üzere dönüş yaptık. Buraya gittik işte!

25 Mayıs 2007 Cuma

Salihli-2

Salihli’ye bu gidişimiz daha önce gördüğümüz yeşilin her tonuna olan hayranlığımızı pekiştirmek adına yemyeşil ovaları görme ve lezzetli odun köftesini tatma heyecanıyla geçti. Salihli’ye yaklaşırken yine etraf sonsuz yeşil deniziyle çevriliydi ve mevsimin yaza iyice yaklaşması sonucu (ya da yaz olması mı demeliydim?) sağlı sollu yol kenarında kiraz ve asma yaprağı satan çiftçiler Salihli’ye geldiğimizin müjdesi gibiydi. Dönüş yolunda kiraz ve yaprak alma planlarıyla Salihli’ye girdik ve uzun bir yolculuk sonunda acıkan karnımızı doyurmak için bir başka Salihli lezzet durağına gittik bu defa.

Salihli her ne kadar odun köftesiyle ünlenmiş olsa da etrafındaki yeşil ovaya bakınca insan nasıl olup da burada asma yaprağından veya değişik otlardan yapılan zeytinyağlıların ön plana çıkmadığına hayret ediyor. Ki dönüş yolundaki konumuzda asma yaprağından yapılabilecek farklı yemeklerdi. Bu yemeklerin uygulaması da tabii ki Salihli’de zeytinyağlı tabağı ile tanınan Cemal Usta’ya kalıyordu.
İşte biz de bu defa bir esnaf lokantası görünümündeki Cemal Usta’nın yerine gittik. Cemal Usta’da İstanbul’dan gelen misafirler olduğumuzu öğrenince zeytinyağlılardan o kadar çok koymuştu ki tabağımıza bitiremedik bile. Ama ne kadar zeytinyağlıları bitirememiş olsak da arkasından tavsiye ettikleri sütle ıslatılmış ılık tel kadayıfa hayır diyemedik. Üstüne üstlük o tok halime rağmen hepsini bitirdim:)

Duyduğumuza göre Cemal Usta enginarın binbir çeşidini yaparmış da biz enginar mevsimini kaçırmak üzere olduğumuz için sadece enginar dolmasını tadabildik. Bunun yanı sıra zeytinyağlı iç bakla, pirinçli yeşil fasulye, kabak ve dereotu da tabağımızdaki diğer zeytinyağlılardı. Zeytinyağlının her türlüsünü seven hatta bayılan biri olarak bunları da afiyetle yedim tabii ki:)

Cemal Usta’nın ise gerçekten ne kadar ünlü bir mekan olduğunu, çaprazında aynı tarz yemekler yapan yerin tamamen boş olmasına rağmen Cemal Usta’nın yerinin tıklım tıklım olduğunu görünce anladık.

Salihli programımız bitip de geri dönerken her ne kadar uçağa yetişmek için acele etsek de yol kenarındaki satıcılardan Salihli asma yaprağı almadan ve her ne kadar henüz Salihli kirazının çıkmadığı söylense de oradaki kirazlardan almadan dönemedik.

Yapraklar sarılmak için haftasonunu beklerken kirazlar çoktan tükendi:)

21 Mayıs 2007 Pazartesi

Sivas'ın Yolları...

Haftasonu kısa ve yorucu bir Sivas gezisi gerçekleştirdik. Sabahları gidiş- dönü uçağı olduğu ve günde sadece bir uçak olduğu için Cumartesi sabah gidip Pazar sabah dönmek zorunda kaldık. Bu kısa sürede mümkün olduğunca Sivas’ı gezmeye çalıştık. Tabii ki Sivas lezzetlerinden de tatmak istedik. Her yerde ‘Geleneksel Lezzetler’ şenliği ile ilgili afişler vardı fakat sanırım bu şenlik henüz başlamadı. Bizim de vaktimiz olmadığı için ne zaman olduğuna bile bakamadık. Sivas’a gittiğimizde tatmak için sabırsızlıkla beklediğimiz Mis Döner’in dönerinden tatma fırsatını ise programda bir yerlere sıkıştırmayı başardıkJ Tüm Sivaslı arkadaşlardan ‘üstüne başka dönerci tanımam’ şeklindeki tanıtımları sonucu o kadar yol gidip de o döneri yemeden dönmek olmazdı. Mis Döner çok küçük olmasına rağmen yoğunluğunu kapıdan bakınca anlayabiliyorsunuz. Ocağın önünde o kadar çok kişi çalışıyor ki sanki 4 katlı büyük bir restoran. Bir de içeri girip giriş ve alt katın tıklık tıklım dolu olduğunu hatta oturmak için bile zor yer bulduğunuzu düşününce bu lezzeti kesinlikle tatmak gerektiğine kanaat getiriyorsunuz.

Peki söz edildiği kadar var mıymış? Bence varmış! Gerçekten lezzetli ve incecik kesilmiş bir döner. Servis vs. pek iç açıcı değil ama o döner için kimsenin servise bakmadığı kalabalık müşterilerden belli oluyordu.

Dönüşte almak için Sivas’ın nesi meşhur şeklinde bir araştırma yapmaya kalktıysam da net bir yanıt alamadım ama sanırım Sivas’ın Mis Döneri meşhurJ En azından benim için bundan sonra öyle.

11 Mayıs 2007 Cuma

Ege'de Bir Durak

Salı günü iş nedeniyle Manisa Salihli’ye gittik. İstanbul’dan böyle şirin ve sakin bir yere gidince insanın geri dönmeyesi, bundan sonraki yaşantısını kuş cıvıltıları arasında geçiresi geliyor. İşim gereği şehirlerle ilgili önemli bilgileri de bilmem gerektiği için gittiğimiz yerlerde bölgeyi gezip biraz bilgi alıyoruz. Salihli’de de aynı şekilde fırsat buldukça hem gezdik hem de bilgi aldık. Salihli parayı ilk kullanan uygarlık olan Lidya medeniyetine başkentlik yaptığı için çok önemli bir yer olmasıyla birlikte, yemyeşil ovaları sayesinde verimliliği insanı şaşkına çeviren bir bölgedir de. Daha ilçeye girerken sizi tarihin izleri ve verimli toprakların yeşil tonları karşılar. Sol tarafınıza baktığınızda sanki uçsuz bucaksız bir deniz gibi uzanan ve yeşilin nerdeyse mümkün olan her tonuna ev sahipliği yapan ovayı görürsünüz. Daha sonra Adala tarafındaki kanyonu ziyaret edip kuş seslerini de ekleyince tam ‘ İstanbul karmaşasından kaçıp da yaşamayı hayal ettiğiniz yer’ kavramına eşit olacak cennette olduğunuzu hisseder hatta Kız Köprüsü’nün aşağısında yer alan ağaçlardan birinin üstüne kurulmuş olan küçük ağaç evde yaşamayı hayal edersiniz.

Bir yere geziye gittiğimde benim için en önemli şey tabii ki o bölgeyi gezmek, daha sonra da yöreye özgü yemeklerini yemek ve oraya özgü bir şeyler almaktır. Salihli’de de dönüş yolu üzerinde Salihli’nin meşhur odun köftesini tatma fırsatı bulduk. Neredeyse her bölgeye özgü bir çeşit köftesi bulunan ülkemizde bunları tadınca insan nasıl olup da bu kadar birbirinden farklı tatlar olduğunu anlayamıyor (en azından ben bunun hayreti içerisinde kalıyorum her zaman). Mesela Akhisar köftesi, İnegöl köftesi, Tekirdağ köftesi…

Salihli köftesini de Salihli’yi bilmeyenlerin bile bildiğini söyledikleri Değirmen lokantasında yedik. Herhangi bir yol üstü lokantası görünümündeki Değirmen’de kuzu etiyle yapılıp meşe odunu közünde pişen ve yumuşaklığı ile beni şaşırtan odun köftesinden yedik. Öncesinde ikram edilen közde pişmiş bütün domatesler de sanırım oraya özgü. Çünkü benim şimdiye kadar yediğim közde domatesler hep dörde bölünmüş olarak servis yapılırdı. Fakat bence bütün olanlar daha iştah açıcı (Bu nedenle de 1,5 porsiyon köfteyi mideye indirdim:)). Salihli köftesinin yumuşaklığı dışında közden sinen kokusu ve kimyona batırılarak yenmesi de lezzetini arttırıyor.

Ardından yediğimiz kavun ise bu mevsimde o kadar tatlı olmasıyla ayrı bir şaşkınlık yarattı.

Gezip de çok yakınımızda bu kadar çok güzelliğin olduğunu görmemiz ülkemizin değerini daha çok anlamamızı sağlıyor. İnsanın daha çok gezesi ve daha çok köfte yiyesi geliyor:))

10 Mayıs 2007 Perşembe

Adem Baba

Aşağıdaki bölümü Lezzet Durakları'ndan önce açtığım fakat şifrelerini bir türlü hatırlayamadığım için giremediğim blogda yayınlamıştım ama artık burası olduğu için onu iptal ettim.

Adem Babaİstanbul'da yaşayan birçok kişinin bildiği, gittiği, en azından duyduğu bir mekan. Benim bu mekana ilk gidişim Tebdil-i Mekan gibi bir sitede tavsiye edildiğini görmem sonucu oldu ve hiç de haksız çıkmadı. Adem Baba'nın istavritinin meşhur olduğunu duyduğumuz için biz de istavrit ve yanında yine meşhur olan ve bunu kesinlikle hakeden güzel salatasından yedik ve tabii ki kalamar. Hepsi çok güzel ve tazeydi.Bence yemek yenilen yerde en az yemeklerin lezzeti kadar etkili başka bir unsur da verilen hizmet ve mekanın kendisidir. Adem Baba şirin ortamı ve müşteriye karşı ilgili çalışanları ile de gayet başarılıydı. Alıştığımız balıkçıların aksine Adem Baba'da alkol yok. Ayrıca fiyatları da gayet makul, bizim yediklerimiz sanırım 30 ytl gibi birşey tuttu ve kesinlikle değdi. Adem Baba'nın yeri Arnavutköy'de, arabayla gidiyorsanız kapının önünde arabayı bırakıp direk içeri girebilirsiniz. Çünkü arabanızı görevliler alıp otoparka çekiyorlar ve siz çıkınca hemen getiriyorlar. Sakın ha bizim gibi bu hizmeti ücretsiz sanıp hemen arabaya binip gitmeye kalkmayın:))Zira İstanbul gibi park problemi olan bir yerde bu hizmetin bedelsiz olamaz, bu nedenle 5 ytl de park için...detaylı bilgileri http://www.adembaba.com/ alabilirsiniz.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Başlarken...Çiya.

Merhabalar Efendim,

Sonunda uzun süredir açmayı planladığım bir bloga ikinci kez kavuşmuş oluyorum. İkinci kez diyorum çünkü aynı blogu daha önce de açtım fakat şifre ya da adresimi hatırlayamadığım için bir türlü giremiyordum. Zaten ona da daha bir kez yazmıştım. Umarım bu da aynı akıbetle karşılaşmaz:))

Pek sevgili okuyucu blog hakkında çok fazla birşey söylemeye gerek var mı bilmiyorum bile demeyeceğim çünkü adından herşey anlaşılıyor zaten. Anlamayanlar da zamanla içeiği anlayacaklardır. Fakat... ne kadar anlasalar da ummadıkları anda ummadukları şeylerle de karşılaşabilirler bu blogda. Yani her an amacından sapabilir:)) Sözü fazla uzatmayalım. Ve karşınızda ilk konumuz...ta ta ta taaaaam...

Çiya

Çiya, adını birçok kez duyup da sitesini gördükten sonra illa ki gitmeye karar verdiğim, ortam olarak biraz hayal kırıklığına uğrasam da lezzet olarak kesinlikle tatmin olduğum bir mekan oldu. Dediğim gibi Çiya’ya hep gitmek istiyor, lezzet listelerinde adını sık sık görüyor fakat fiyatlarının biraz yüksek olduğu duyumlarımdan dolayı cesaret de edemiyordum. Ta ki.. .bir pazar dışarıda yemek yemeye karar verip de Çiya’yı aramaya koyuluncaya kadar. Web sayfalarındaki sunumlarından otantik bir ortam beklerken gayet sıradan kebapçı hasıyla karşılaşınca biraz hayal kırıklığına uğradım. Ardından ilginç menüsü…Ben közlenmiş patlıcan, kıyma ve domatesle yapılmış ‘Karnıaçık’ adındaki nefis yemekten aldım, arkadaşlardan biri yanlış hatırlamıyorsam şeftalili bir çeşit kebap aldı ve farklı tatları çok sevmeyen biri olmasına rağmen bunu çok sevdi ki zaten tadı da adına göre çok aykırı bir şey değildi. Diğer arkadaş ise bilinen bir şey denemeyi yeğledi ama ne yedi hatırlamıyorum. Ortaya da Zahter denilen ve kekik, maydanoz, nar ekşisi vs. ile yapılan ve keskin bir tadı olan salatayı aldık. Kimse salatayı beğenmeyince bitirmek bana kaldı. Ardından da adını çokça duyduğum kabak tatlısından ve Teleme dedikleri incir tatlısından aldık. Kabak tatlısı alışık olduğumuz tattan farklı olduğu için çok rağbet görmedi fakat, muhallebi kıvamındaki incirli tatlı herkesin çok hoşuna gitti.

Web sayfalarında çok fazla yemek olmasına rağmen restoranda hepsini bulmak mümkün değil sanırım. Biz istediğimiz bir yemeği bulamadık mesela. Bunun dışında sunum ve ortam da Çiya’nın bu leziz ve farklı yemeklerine uygun şekilde düzenlenirse çok daha iyi olur. Biz Çiya’ya giderken biraz aramak zorunda kaldık ama aslında yeri çok basitmiş. Kadıköy’de Güneşlibahçe sokakta yer alıyor, burası da Akmar Pasajı’nın bir üst sokağı oluyor. http://www.ciya.com.tr/
Not: Fotoğraflar Çiya'nın sayfasından alınmıştır.